Bir hukukçu
olarak, hiçbir kurumu alenen suçlamayız ama,ülkemizin adli tıp
konusunda en yetkin resmi bilirkişi kurumu olan Adli Tıp Kurumunun
Genel Kurulu tarafından düzenlenen, yürütmekte olduğumuz bir
davaya ilişkin rapor karşısında, bu rapora münhasır ve ilişkin
olarak, böyle bir suçlamada bulunup, raporu kamuoyu ile paylaşmayı,
adil yargılanma hakkının bir gereği olarak zorunlu görüyoruz.
Hikayemizi
özetlersek; ismi lazım değil, bir müvekkilimizin eşi,bir özel
hastanemizde, erken ve sezaryen yoluyla bir doğum yapıyor ve doğan
bebek inlemelerine, solunum ve meme emme zorluğu çekmesine ve
bebekte yeni doğanın geçici taşipnesi denilen bir rahatsızlık
ön tanısı konulmasına rağmen,bebek yoğun bakım ünitesine
alınarak izlenmiyor, kadın doğum sevisinde yatan annenin odasına
alınıyor, gününden önce ve sezaryenle doğan ve hayati risk
taşıyan bebeğin izlenmesi, sezaryen ameliyatlısı olup, kendisi
de acı çekmekte ve bakıma muhtaç olan tıbbi bilgiden yoksun
annenin gözetim ve takibine bırakılıyor.
Doğumdan bir
gün sonra anneyle birlikte hastaneden taburcu olan bebek, ertesi
günü ölüyor. Bebeğin cesedi üzerinde yapılan otopsi sonunda
düzenlenen rapora göre; akciğerinde “hyalen membran”
hastalığı bulguları tespit edilen bebeğin, akciğer hastalığı
ve komplikasyonları nedeniyle oluşan solunum yetmezliğine bağlı
olarak öldüğü belirleniyor.
Bebeğin
doğumunun tam zamanında ve normal doğum şeklinde gerçekleşmemesi
nedeniyle ortaya çıkması olası ağır risklere, özellikte
bebekte tespit edilen ve olası ağır risklerin habercisi olan
inleme ve solunum zorluğu bulgularına, bu bulgulara göre, bebeğe
yeni doğanın geçici taşipnesi ön tanısı konulmasına rağmen,
ilgili tabipler; bu geçici tanıyı kesinleştirme cihetine
gitmedikleri gibi, zamanında tedavi edilmediğinde ölümcül
sonuçları olan bu tür erken ve sezaryenle doğan çocukların
ciğerlerinde gelişen hyelan membran gibi hastalıkları ekarte
etmek için yapılması gereken, bebeğin akciğer grafisinin
çekilmesi,kan tahlilleri ve kan gazı ölçümleri gibi ayırıcı
tanı yöntemlerine de başvurmamışlardır.
O kadar ki,
bebeğe ön tanı olarak konulan yeni doğanın geçici taşipnesi
dahi kesin tanı haline getirilerek, onun için gerekli olan tıbbi
tedaviler dahi yapılmamıştır.
Sonuç olarak;
zamanından önce ve sezaryenle doğan bebek, ilgili doktorların
yanlış tanısı ve bu yanlış tanıya bağlı olarak zamanında
gerekli tıbbi müdahale ve tedaviler uygulamadıkları için ölmüş
ve ilgili doktorlar hakkında taksirle ölüme sebebiyet suçundan
kamu davası açılmıştır.
Hazırlık
soruşturmasında, iddia makamı Adli Tıp 1.İhtisas Kurulundan
rapor almış ve raporda ilgili çocuk doktorları kusurlu bulunmuş,
yargılama evresinde Yüksek Sağlık Şurasından alınan raporda
da,ilgili doktorların kusurlu bulundukları teyit edilmiş, yapılan
itirazlar sonunda, iki yeni doğan çocuk uzmanın da bulunduğu Adli
Tıp Kurumu Genel Kurulundan yeni bir rapor alınması cihetine
gidilmiş, Adli Tıp Kurumu Genel Kuruluna mütalaasını bildiren
1.İhtisas Kurulu, doktorları suçlayan önceki raporunu,
mütalaasında da yinelemiş, tüm dava dosyasını ve önceki
raporları inceleyen Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu; önceki raporları
aynen yineleyerek, önceki raporlarda belirtilen tıbbi eksiklikleri
kabul ederek, ilgili doktorların bebeğin takip ve tedavisinde
kusurlu olduklarını tespit edip vurgulamasına rağmen, Adli Tıp
Genel Kurulu da, pek yaygın olan modaya uyarak,günümüzde bazı
gerçeklerin kabulünden sonra bir virgül atılarak, ancak ve fakat
ile başlayan ifadelerle gerçeklerin üzerini örtme gayreti içine
girmiş ve “...bebeğin klinik durumu itibariyle zamanında uygun
takip ve tedavinin yapılması durumunda da, kurtulma ihtimalinin
yüksek olduğu, fakat kesin olmadığı cihetle; hekimlerin kusurlu
eylemiyle, bebeğin ölümü arasında kesin bir illiyet bağı
kurulamayacağı mütalaa olunur” denilmişir. Haydi buyurun cenaze
namazına. Raporun bu bölümünü izah edebilecek bir hukukçu var
mı bilemiyorum.
Biz;
“...bebeğin klinik durumu itibariyle zamanında uygun takip ve
tedavinin yapılmas durumunda da, kurtulma ihtimalinin yüksek olduğu
fakat kesin olmadığı cihetle; hekimlerin kusurlu eylemiyle bebeğin
ölümü arasında kesin bir illiyet bağı kurulamayacağı mütalaa
olunur” diyen Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunun, hukuken ne demek
isyediğini çözebilmiş değiliz. Adli Tıp demek istiyor ki;
bebeğin ölümünde doktorlar kusurlu ama, mahkeme olarak sen yine
de görmezlikten gel ve doktorları beraat ettir.
Bu ne biçim
bir rezilliktir, bir hukukçu olarak anlamak mümkün değil,
doktorların tıbbi tedavi ve müdahale görevini ihmal
ettiği,kusurlu oldukları ve görevlerini yapmadıkları
anlaşılıyor, görevlerini yapsalardı, gerekli tıbbi müdahale ve
tedavileri uygulasalardı, yüksek bir ihtimalle bebek
ölmeyebilirdi, kurtulabilirdi ama, yaşaması yine de yüzde yüz
kesin olmadığı için, bebeğin ölüm sonucu ile doktorların
takip ve tedavi eksikliklerinden kaynaklı ihmali ve kusurlu
hareketleri arasında bağ kuramazsın diyen Adli Tıp Kurumu Genel
Kurulu; bebeğin ölümü kader, yazgı, ömrü bu kadarmış, kader
utansın, yapacak bir şey yok demek istiyor ve günümüzün
zihniyeti ve koşullarıyla tam örüşüyor.
Mahkemenin, bu
rezil rapor karşısındaki tutumunu göreceğiz.
Bir hastalık
nedeniyle gerekli tüm tıbbi takip,muayene ve tedavilerin
uygulanması halinde, hastanın kurtulması için yüzde bir şans
dahi varsa, o hastaya gerekli tıbbi tedavinin uygulanmamış olması,
ölüme sebebiyet vermek suçu için öngörülen taksirli bir
davranıştır.Bebeğin ölüm ile ilgili doktorların eylemleri
arasında; illiyet,sebep sonuç ilişkisi vardır.Bunu da bilirkişi
değil, ilgili yargıç taktir edecektir.
Adli Tıp'ın
bu mantığından hareket edecek olursak, ülkemizde hastalara,
ötenazi isteme hakkı tanınmadığına göre,ölümcül bir
hastalıktan muzdarip ve öleceği kesin olan bir hastayı acı
çekmesin diye öldürmek de suç omamalıdır ki, bu da hukuken
mümkün değildir. 24/04/2016
Güner YİĞİTBAŞI
Avukat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder