31 Ekim 2014 Cuma

BARİ KENDİNİZİ KANDIRMAYINIZ



Her geçen gün battıkça batıyorsunuz ve beraberinizde ülkemizi de bataklığa sürüklüyorsunuz.

Her gün bir yerlerden açık veriyorsunuz. Hiçbir işiniz düzgün gitmiyor.

Somada ölen 301 madencinin acısı unutulmadan, on işçimiz asansör boşluğunda hayatlarını kaybetti, arkasından Ermenek maden ocağındaki facia.

Trafik canavarı aldı başını gidiyor. Ispartada, önce Süleyman DEMİREL Üniversitesi örencilerinin, daha sonra da bugün (31/10/2014) onlarca mevsimlik işçinin trafik canavarına kurban edilişleri.

Yönetiminizdeki ülkemizde, işçi ve trafik güvenliği dibe vurmuş durumda. Trafik güvenliğini, radarla hız kontrolü yaparak sürücüleri tuzağa düşürüp ceza yazmaktan ibaret sanıyorsunuz. Araçların teknik olarak zamanında bakımlarını yaptırıp yaptırmadıklarını, yola elverişlilik durumlarını kontrol etmek aklınıza gelmiyor.

Can güvenliği desen yok. Her gün bir yerlerde kocası veya ayrıldığı eski kocası veya sevgilisi tarafından alenen sokak ortalarında öldürülen kadınlarımızı izleyerek üzülmekten bıktık artık.

Çözüm süreci sayesinde iki yıldan bu yana Güneydoğudan ölüm haberleri gelmiyor analar artık ağlamıyor diyorsunuz ama, Ekim ayı içinde Güneydoğuda meydana gelen PKK terörü nedeniyle kırk civarında vatandaşımızın ölümü, Bingölde bir emniyet müdür yardımcısı ile bir komiser, Hakkari Yüksekovada üç asker ve Diyarbakırda bir astsubayımızın PKK terörüne şehit verilmelerine ne diyeceksiniz?

Daha önceki yıllarda PKK terörüne kurban verdiğimiz binlerce şehidimizin annelerinin göz yaşlarının dindiğini mi zannediyorsunuz? O anneler hala gözyaşı döküyorlar, ölünceye kadar da göz yaşlarını dökmeye devam edecekler.

Ne olduğunu kendinizin dahi tam olarak bilmediği çözüm sürecine zarar gelmesin gerekçesiyle, Güneydoğuda PKK terör örgütü militanları tarafından polis ve askerimizin şehit edildiği her cinayetten sonra, bu eylemlerin, çözüm sürecini sabote etmek isteyen provokatörler tarafından işlendiğini savunarak milletimizi kandırıyorsunuz, bari kendinizi kandırmayın.

PKK ve yandaşlarının, çözüm sürecinden neyi anladıklarını sağır sultan dahi biliyor ama siz anlamak ve bilmek istemiyorsunuz. PKK ve yandaşları, bu cinayetleri, amaçladıkları sonuca bir an evvel ulaşmak, amaçlarını gerçekleştirmek için size hız vermek, sizin sabrınızı ölçmek ve daha fazla taviz elde etmek için bir strateji gereği işliyorlar, yanmakta olan ateşe bilinçli olarak benzin döküyorlar, bunu böyle biliniz.

Çözüm süreci diyerek PKK ile müzakere başlattınız, Ahmet Bey'in dediği gibi, dönüşü olmayan bir yola girdiniz ve bu yolda dönülmesi mümkün olmayan bir yere geldiniz ama, pişmiş aşa su katarak müzakerecileri ve ÖCALAN'a gidecek olan heyeti biz tayin ederiz diyorsunuz ve komik duruma düşüyorsunuz. Müzakereyi kabul ettiğinize ve masaya oturduğunuza göre, oyunu kurallarına göre oynamak zorundasınız. Karşı tarafın inisiyatif kullanmak istemesi ağırınıza gidiyorsa, bunu baştan düşünecek ve boyunuzu aşan bu işe hiç girişmeyecektiniz.

Bin odalı görkemli Cumhurbaşkanlığı sarayı yaptırıp içine kurulmakla, büyük devlet adamlığı, büyük ve saygın bir devlet olunmuyor.

Hele, hele PKK ile PYD aynı şeydir, ikisi de terör örgütüdür dedikten hemen sonra, ABD'nin baskısıyla fikir değiştirerek, PYD' nin imdadına yetişmeleri için Peşmergelerin ve Özgür Suriye Ordusu militanlarının ülkemiz üzerinden silahlarıyla birlikte Suriye topaklarına girmelerine ve Kobani' ye gitmelerine izin vererek, Kürdistan Devletinin Kuzey Irak ayağından sonra, Suriye ayağının kurulmasına katkı yapmakla da, saygın devlet adamlığı olunmuyor.

Allah, ülkemizin ve milletimizin yardımcısı olsun, ülkemizi ve milletimizi tez elden bu AKP iktidarından kurtarsın demekten öteye elimizden bir şey gelmiyor. 31/Ekim/2014

Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

28 Ekim 2014 Salı

CUMHURİYET'İN GÖZ YAŞLARI



Bugün, 29/Ekim/2014 günlerden çarşamba. Cumhuriyet kurulalı 91 yıl olmuş, aradan geçen bunca yıla baktığımızda, Cumhuriyetimizin daha bir güçlendiğini ve kök saldığını düşünmemiz lazım değil mi?

Ama nerede, Cumhuriyetimiz, geçen her yılın sonunda daha da güçleneceğine, ters orantılı olarak güçsüzleşiyor ve yozlaşıyor, ne kadar acı değil mi? Acı ama, maalesef gerçek bu.

Türkiye Cumhuriyetinin yerinde yeller esiyor. “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi, devletin resmi kuruluşlarına ait tabelalardan kaldırılmış ve örneğin “Türkiye Cumhuriyeti Adana Valiliği” ibaresi, yerini “Valilik” ibaresine bırakmış olup, Türkiye Cumhuriyetinin Valilik makamı, kömürlük,odunluk der gibi, Valilik haline getirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, çözüm süreci adı altında bölünmenin eşiğine getirilmiş,Türkiye Cumhuriyetinin insanları, din, mezhep ve etnik kökenlerine göre kamplara bölünmüş ve ayrıştırılmış, Türkiye Cumhuriyetinin şu anda Cumhurbaşkanı olan zat, kaçak ve mahkemelik olan yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşınarak, bu sarayın açılış töreni ile Cumhuriyetin 91. yılının kutlanması törenini aynı güne denk getirerek, Cumhuriyetin 91.kuruluş yılı kutlamalarını, kaçak sarayının açılış kutlamasına boğdurmak istemiştir. Yeni sarayında Cumhuriyetin 91.kuruluş yıl dönümünü kutlama amaçlı olarak düzenlediği resepsiyonun davetiyesinde kendisini Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak taktim edecek yerde, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatını kendisine yakıştırabilmiştir.

İş başındaki iktidar, gücü yetse ve elinden gelse, Cumhuriyet kutlamalarını toptan yasaklayacaktır. 2011 yılında Van depremi bahane edilerek bu da denenmiştir.

2011 yılının 29 Ekiminde, bu yasaklama nedeniyle kaleme aldığımız, “ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!” başlıklı yazımızı, 2014 yılının 29.Ekiminde de aşağıda aynen yayınlamak istiyoruz. Buyurun hep birlikte yeniden okuyalım.

ŞİMDİ GERÇEKTEN ÖLDÜM İŞTE!


Ben, Van ve Erciş de yüzlerce kişinin enkaz altında kalarak öldükleri depreme Erciş de yakalanarak enkaz altında yaşamını yitiren onlarca öğretmenden biriyim.

Ben, Cumhuriyet çocuğuyum, bu nedenle, Cumhuriyetin kazanımlarından yararlanarak ve Cumhuriyetin ilkelerini benimseyerek okudum ve öğretmen oldum.

Cumhuriyetin kazanımlarını ve ilkelerini benimseyerek, bunların savunuculuğunu yapacak ve Türkiye Cumhuriyetini daha da ileriye götürecek olan genç nesiller yetiştirmek üzere, tüm sıkıntılarına, yokluklarına ve zorluklarına katlanarak, Erciş ilçesinde severek ve isteyerek öğretmenlik yapmaya başladım.

Hayatın cilvesi işte, her şey iyi ve yolunda giderken, tabii bir afet olan depremin, Van ve Erciş'i vurması üzerine, yıkılan bir binanın enkazı altında kalarak, hayata veda ettim.

Beni bu fani dünyadan uzaklaştıran depremden üç beş gün sonra, 29.Ekim.2011 de, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümü kutlanacaktı. Tek arzum; öğrencilerimle birlikte 29.Ekim Cumhuriyet Bayramını kutlamak ve bu vesileyle, ülkemizde Cumhuriyeti kuran Atamızı ve diğer büyüklerimizi anıp, onlara şükranlarımızı sunmak ve öğrencilerime, Cumhuriyetin ilkelerini ve pozitif kazanımlarını anlatarak, onların Cumhuriyetin ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimize dört elle sarılmalarına katkı sağlayabilmekti.

İnanın, depremde enkaz altında kalarak bedenen sizlerden ve aile yakınlarımdan ayrılmış olmam, beni hiç üzmedi, tek üzüntüm, 29.Ekim.2011 tarihinde Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümünü kutlama imkanından mahrum kalmış olmamdı.

Aslında daha yolun başındaydım ve bu vatana ve bölge halkına yapacağım ve yapmak istediğim daha çok güzel şeyler vardı. Ancak, benim için kısmet bu kadarmış.

Ülkemizde, Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda yetişmiş, insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş çok sayıda insan ve öğretmenin var olduğunu bildiğim için, deprem yüzünden hayatımı kaybederek, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıl dönümünü kutlayamamaktan kaynaklanan üzüntüme rağmen, teselli buluyor ve gözüm arkada kalmıyordu.

Canlı bedenim sizlerden ve ülkemden kopmuş olsa da, ruhum sizlerle ve ülkemle birlikte tüm canlılığı ile yaşamaya devam edecek, Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının yadigarı olan, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokratik ve laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin yaşatılması ve daha da ileriye götürülmesi için yapılacak olan icraatları uzaktan izleyerek, teselli bulacaktım.


Biliyordum ki; benim yapamadıklarımı, arkamda bıraktığım arkadaşlarım yapacaklar, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88.yıl dönümü, tüm ülkede coşkuyla kutlanacak, Cumhuriyetimizi kurarak bize emanet eden Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, minnetle anılacak, bu coşkulu kutlamalarla, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin her kesimden tüm iç ve dış düşmanlarına korku salınacak ve hak ettikleri cevap verilecekti.

Heyhat!

Bir de ne duyayım; her fırsatta insan hak ve özgürlüklerinden, demokrasiden, Cumhuriyetten dem vuran ve daha özgür bir yeni Anayasa yapma hazırlığında olan Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, bir genelge yayınlamış ve tüm yurtta, çelenk sunumu ve tebriklerin kabulü dışında, Cumhuriyetimizin 88.kuruluş yıl dönümü olan bu seneki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ve resmi geçit törenlerini iptal etmiş.

Gerekçe olarak da, benim de enkazı altında kalarak hayata veda ettiğim Van depremini göstermiş. Asıl beni üzen husus da, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptaline, benim de enkazı altında kalarak bu hayattan göçmeme neden olan Van depreminin gerekçe yapılarak, benim cansız bedenimin, bu gereksiz iptal kararına alet edilmiş olmasıdır.

Oysa ki, benim tek arzum ve vasiyetim, geride bıraktığım arkadaşlarım tarafından, Cumhuriyetin 88. kuruluş yıl dönümü olan 29.Ekim.2011 bugün, Cumhuriyet Bayramının coşkuyla kutlanmasıydı. Şunu da ilave edeyim; Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal ettiniz ama, görüyorum ki, ölenle ölünmüyor ve herkes, olduğu gibi günlük yaşantısına aynen devam ediyor.

Kaldı ki, ülkemiz, tabii afet olsun, PKK terörü olsun çok sık aralıklarla onlarca toplu ölümlere maruz kalıyor, bu koşullarda, Milli Bayramlarımızı iptal etmeye kalktığımızda, hiçbir bayramı kutlama imkanı bulamayacağımız çok açık. Önümüzde, bir de dini Kurban Bayramı var. Kurban Bayramı için Sayın ERDOĞAN ne düşünüyor bilemiyorum.

İşte, en önemli Milli Bayramız olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının, hem de, benim de içlerinde bulunduğum Van depreminde ölenler gerekçe gösterilerek iptal edilmesiyle, şimdi ben gerçekten öldüm.

Sizlerin, kutlanması yasaklanan, ancak hepinizin gönüllerinizde yürekten kutladığınızdan emin bulunduğum 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.

Hoşça kalın. 29.Ekim.2011”


2011 yılında, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının yasalandığını duyunca, “şimdi ben gerçekten öldüm” diyerek feryat eden ve makalemizde, hayali ve sembol olarak kullandığımız ve konuşturduğumuz, Van depreminde ölen cumhuriyet çocuğu fedakar öğretmenimiz gibi, biz de tüm okurların ve Türk Milletinin Cumhuriyet Bayramını yürekten kutluyor, ülkemizi emperyalist düşman devletlerden kurtararak Türkiye Cumhuriyetini kuran Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarını saygıyla ve rahmetle anıyoruz.29/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat




27 Ekim 2014 Pazartesi

BU MİLLET SENİNLE GURUR DUYUYOR!..



Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, Anayasanın kendisine tanıdığı seçme hakkını kullanarak Cumhurbaşkanı kontenjanından HSYK' nın son dört üyesini seçti.

Gazetelerde yer alan haberlerden öğreniyoruz, Tayyip Bey'in avukatlar arasından seçtiği iki bayan HSYK üyesinden birisi türbanlı, birisi de AKP teşkilatında görev yapan çekirdekten AKP'li bir bayan avukat, bir diğeri ise, Tayyip Bey'in ve AKP'nin avukatının ağabeyi, hepsi AKP kökenli ve yandaşı taraflı kişiler.

Koskoca Türkiyede, bu kişilerin dışında, HSYK üyeliğine seçilmeye ehil ve tarafsız avukat kalmadı mı ki, AKP kökenli ve türbanlı kişiler bu göreve seçildiler?

Tabii ki hayır.

Tayyip Bey'in derdi ve çabası, tarafsız bir HSYK ve bağımsız bir yargı yaratmak olmayıp, hala genel başkanı gibi hareket ettiği AKP'nin ve yandaşlarının hak ve hukukunu koruyup kollayacak bir taraflılık içinde görev yapacak olan bir HSYK oluşturmak olduğu için, bu seçimler, bizim için olduğu kadar, çoğu vatandaşımız için de bir sürpriz olmamıştır. Aksine, tarafsızlıklarından en ufak bir şüphe duyamayacağımız kişilerin HSYK üyeliklerine seçilmesi, bizim için sürpriz olurdu.

Bu konuda bizi yanıltmadığı için, Tayyip Bey'e teşekkür ediyor ve şükranlarımızı sunuyoruz!

Tayyip Bey, umarız bu teşekkür ve şükran duygularımızı kabul ederler!

Bu seçim vatanımıza ve milletimize hayırlı ve uğurlu olsun!

Siz bize bakmayınız, biz müzmin bir Tayyip Bey muhalifi olduğumuz için, yine saçmalıyor, Tayyip Bey'e haksızlık ve nankörlük yapıyor ve eski alışkanlık, kendisini taraflı kişileri HSYK üyesi seçmekle itham ediyoruz!

Tayyip Bey'e yönelik bu nankörlüğümüzden dolayı, Allah bizi affeder inşallah!

Şöyle muhalif gözümüzü kapattığımızda, bu seçimler sonunda, yargı bağımsızlığının ve özgürlüklerimizin büyük bir güvenceye kavuşacağını düşünüyor(!)ve iyi ki, taraflı ve namusu ve şerefi üzerine yaptığı tarafsızlık yeminini bozan bir cumhurbaşkanımız varmış diyerek, Tanrıya niyaz ve Tayyip Beyle iftihar ediyoruz.

HSYK üyeliklerine; birisi de, ülkemizde kadın özgürlüklerinin sembolü kabul edilen türbanlı olmak üzere, adaletin tek temsilcisi AKP kökenli kişileri seçerek, namusu ve şerefi üzerine yaptığı Anayasadaki tarafsızlık yeminine ihanet etmeyi bile göze alarak, milleti için büyük fedakarlık yapan, yargı bağımsızlığını ve insan hak ve özgürlüklerini teminat altına alan(!)Tayyip Beyle, bu ülkenin gurur duyduğunu açıklamanın gururunu yaşıyoruz!

Sayın Cumhurbaşkanım Tayyip Bey; bu ülke sizinle ne kadar gurur duysa azdır! Namus ve şerefinizi ortaya koyarak yaptığınız tarafsızlık yemininizi çiğneme pahasına, bu ülke için yapacağınız başka taraflı ve yararlı icraatlarınızı ve fedakarlıklarınızı dört gözle ve heyecanla bekliyoruz! 28/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat




ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN SAVUNMAYA YAPTIĞI TAHRİBAT DEVAM EDİYOR




Evet, özel yetkili mahkemeler kaldırıldı ama, özel yetkili mahkemeler uygulamasının yargıya ve özellikle yargının üç kurucu unsurundan biri olan savunmaya yaptığı tahribatın kalıntıları hala devam ediyor.

Anayasamıza göre yargı yetkisinin asıl sahibi Türk Milleti olup, yargı yetkisi, Türk Milleti adına mahkemeler tarafından kullanılmaktadır. Yani, mahkemeler ve orada görev yapan hakimlerimiz emanetçi olup, oranın asıl sahibi Türk Milletidir.

Bu nedenle, millet adına yargı yetkisi kullanılırken, milletin bir ferdini savunan avukatlara ve savunma hakkına, hakimlerimizin azami derecede saygılı olmaları ve savunmaya kolaylık göstermeleri zorunludur.

Kısacası, mahkeme kadıya mülk değildir.

Bu gerçekleri dile getirme zorunluluğunu niçin duyduk dersiniz?

Emekli bir hakim ve savcı olarak, hukukçuluğun en üst ve son mertebesi olan avukatlık yapıyoruz ve İzmir ilinde halen yargılamasına devam edilen askeri casusluk davasında bir sanığın avukatıyız.

Bu dava başladığında ilk duruşmaya girdiğimizde, özel yetkili mahkemeler henüz kaldırılmadığı için, ilk duruşmaya girerken, duruşma salonuna girinceye kadar biz avukatlara çektirilen, sıkıyönetim dönemlerinde dahi yaşanmayan hukuk dışı ve işkence derecesine varan kısıtlayıcı uygulamaları, cep telefonlarımıza uygulanan ambargoları, henüz unutabilmiş değiliz.

Daha sonra, özel yetkili mahkemeler kaldırılarak casusluk dava dosyasının, normal ağır ceza mahkemelerine intikal etmesinden sonra çağrıldığımız ilk duruşmaya, özgürce ve güle oynaya gittiğimizde bir de ne görelim, eski hamam eski tas, değişen bir şey yok. Yine cep telefonlarımıza getirilen yasak ve el koymalar, kendimizi sözüm ona kaldırılan eski özel yetkili mahkemelerde hissettik.

Duruşmada, biz ve bir kısım avukat arkadaşımızın bu hukuk dışı uygulamayı eleştirmemiz sonucunda, ertesi duruşmada cep telefonu yasağı kaldırıldı ve bizlerin itirazı üzerine kaldırıldığı için, bu yeni uygulamadan haz duyamadık.

Gelelim bu yazıyı yazmamıza neden olan, casusluk davasını yürütmekte olan mahkeme başkanının hukuk dışı ve savunma mesleğine tepeden bakan davranışına.

Bugün (27/10/2014) saat 15.45 sularında, casusluk davasında yargılanmakta olan müvekkilimizle ilgili bir dilekçemizi sunmak üzere, casusluk davasını yürüten mahkemenin başkanından havale almak üzere kapısını çaldığımızda, odasında olmadığını gördük ve kalemden yaptığımız sorgulamada, sayın başkanın, casusluk davasının duruşmasının yapıldığı adliye binasının sosyal tesislerinin bulunduğu yerdeki duruşma salonunda çalıştığını ve oradan havale alabileceğimizi tespit etmemiz üzerine, dilekçemizi vermek ve havale almak üzere anılan yere gittiğimizde, bizi, üzerinde mübaşir üniforması olmayıp siyah bir takım elbise olan, daha sonra kendisinin mübaşir olduğunu beyan eden gençten bir görevli karşıladı ve başkanın çalıştığını, kendisiyle görüşemeyeceğimizi belirterek dilekçeyi kendisine teslim etmemizi beyan etti.

Evet, sayın başkan gerçekten çalışıyordu, zira bugün (27/Ekim/2014) aynı davanın bizim de katıldığımız duruşması yapılmış ve bazı avukat ve sanıkların, araştırılmasını istedikleri taleplerini içeren dilekçelerini inceliyor ve değerlendirmeye çalışıyorlardı.

Biz de aynı konuda, değerlendirmeye alınması için dilekçemizi sunacaktık. Bu nedenle huzurlarına çıkmak istemiştik. Sabahki duruşmada bize söz verildiğinde, talebimizi sözlü olarak yapmak yerine, daha hazırlıklı bir şekilde dilekçe sunmayı düşünmüş ve bir talepte bulunmamıştık. Sayın başkana, dilekçemizi havale ettirmek ve bu çelişkiyi ayak üstü izah etmek için, kendisiyle görüşme isteğimizde ısrarcı olmamıza rağmen, maalesef sayın başkan ile görüşemedik, bizi huzurlarına almadılar. Bunun üzerine, dilekçemizi, havale edilip dosyaya konulması için mübaşir olduğunu beyan eden görevliye teslim etmek zorunda bırakıldık.

Sayın başkan çalışıyordu ama, bu çalışma, hemen sonuçlanması gerekmeyen ve 30/Ekim/2014 tarihine kadar sürecek olan uzun bir çalışmaydı, hemen sonuçlanması gereken, bugün davayı bitirecek olan nihai bir kararın gizli ve acele bir görüşmesi ve müzakeresi değildi, avukat ve sanık dilekçelerindeki araştırılması gereken hususlara yönelik taleplerin yerinde olup olmadığını değerlendiren bir çalışmaydı. Üstüne üstlük Başkan, bu davaya ilişkin dilekçelerin havalesini kendisinin tekeline aldığı için, başkandan başka bir üye hakime gitme ve dilekçemizi havale ettirme imkanımız da yoktu.

Yargının üç kurucu unsurundan birisi olan savunmaya bir dakika ayıramayan ve bizi mübaşir ile muhatap bırakan bu uygulamayı, adına yargı yetkisi kullanılan Türk Milletine ve savunmaya karşı yapılan bir saygısızlık olarak değerlendiriyor ve Türk Milletine alenen şikayet ediyoruz.

Demokrasilerde herkes görevini yapar, kimse kimseden üstün değildir. 27/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi avukat

25 Ekim 2014 Cumartesi

KOLTUK BU KADAR MI TATLI?


Ey AKP iktidarı, dün (25/10/2014) üç askerimizi daha, sizin çözüm sürecinize kurban verdik.

Bu ölen üç askerin katil veya katillerini hiç uzakta aramayınız, bu üç askerimizin katilleri, AKP iktidarı olarak doğrudan sizlersiniz.

Buradan, sizleri alenen suçluyor ve lanetliyoruz. Hiç utanmadan bakalım ne bahaneler uyduracaksınız.

Biz, tüm riskleri üzerimize alarak çözüm sürecini başlattık, daha ne yapalım diyemezsiniz.

Eylemsizlik, kan dökülmesine ve şehit cenazelerine son verdik diyordunuz değil mi?

Öncesinden ve son üç şehidimizden sonra, daha ne olacak?

Bir ilin emniyet müdürü ağır yaralanıyor, emniyet müdür yardımcısı öldürülüyor, şehirler yakılıp yıkılıyor, kırka yakın vatandaşımız ölüyor, ekim ayı devretmeden, aynı ay içinde, dün de üç askerimiz pusuya düşürülerek arkadan kurşunlanıp öldürülüyor.

İktidar olarak elinize bulaşan şehit ve gazilerimizin kanları, bir türlü temizlenemiyor.

Koltuk bu kadar mı tatlı sizin için?

Sizin gözlerinizi bin odalı saraylar, köşkler bürümüş ve kör etmiş.

Aslında, ülkenin sorunları sizleri hiç ilgilendirmiyor, işiniz gücünüz, mevcut sorunlara yeni sorunlar katmak ve kendi yarattığınız bu sorunlardan çözümler üretiyoruz iddiasıyla beslenerek iktidarınızı sürdürmek, tek arzunuz.

PKK terörü sizin umurunuzda değil.

PKK ve yandaşlarının asıl amaçlarının ne olduğunu ve sizden ne istediklerini, sizler çok iyi biliyorsunuz.

PKK ve yandaşlarının istediklerini, koltuğunuz uğruna, gözünüzü kırpmadan vermeye hazır olduğunuzu, ancak buna gücünüzün ve cesaretinizin yetersiz kaldığını, sizler ve bizler çok iyi biliyoruz.


Sizin asıl amacınızın, ne olduğu belirsiz çözüm süreci aldatmacasıyla PKK ve yandaşlarını avutup oyalayarak, siyasal iktidarınızı sürdürmek olduğunu,

Sizin, çözüm süreci adı altında, PKK ve yandaşlarıyla, kendi yandaşlarınıza yutturmaya çalıştığınız projenizin içinin tamamen boş olduğunu,

Sizin nihai amacınızın, bugüne kadar ülkeyi uçurumun kenarına getirdiğiniz yetmiyormuş gibi, 2015 seçimlerinde de Anayasayı değiştirecek sayı çoğunluğuyla meclise girerek, Anayasayı değiştirip Tayyip Bey'i padişah yetkileriyle donatıp, bin odalı Aksaray'a yerleştirerek, ülkeye ve laik demokrasiye son darbeyi vurmak olduğunu,

Biliyoruz.

Tek bilemediğimiz şey, bu halkın gözünü ne zaman açıp AKP iktidarını sandığa gömeceğidir.

Umarız, bu zaman pek uzaklarda değildir.

Zira, bıçak kemiğe dayandı artık.26/10/2014



Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

22 Ekim 2014 Çarşamba

MASKE TAKANDAN NE FARKINIZ KALDI?





Başbakan Ahmet Bey, yeni güvenlik paketini göklere çıkarıyor ve toplumun güvenliği için, bu yeni güvenlik tedbirlerine ihtiyacımız olduğunu savunuyor.

Bu bağlamda, molotof kakteylinin bomba sayılacağını, yüzü maske ile örtmenin suç sayılacağını, maskeli eylemcilerin cezalarının artırılacağını savunuyor.

Bize göre de, yanıcı ve yakıcı özelliğinden dolayı, toplu yerlere atıldığında çok kolay bir şekilde öldürücü etki yaratan, imali çok kolay ve masrafsız olduğu için, bu üretim kolaylığı da aleyhe değerlendirilerek, molotof kokteyli bomba sayılmalıdır. Bu kabulümüzdür.

Gelelim maske meselesine.

PKK mensubu veya yandaşı bir eylemci, niçin yüzüne maske takar? Maskeli baloya katılmadığına ve bir terör eylemine katılarak suç işlediğine göre, tanınmamak ve kimliğini gizlemek için, kamera kayıtlarına takılırsa kimliği açığa çıkmasın ve güvenlik görevlilerince yakalanarak özgürlüğü zarar görmesin düşüncesiyle maske takar.

Görülüyor ki, maske takan şahsın tek amacı, kendi özgürlüğü için, tanınmasını engelleyerek, güvenlik güçlerini aldatmak, kimliğini gizlemek ve ele geçmemektir.

Bir eylemcinin tanınmamak ve kimliğini gizlemek, dolayısıyla soruşturma ve kovuşturmaya uğrayarak özgürlüğünü kaybetmemek amacıyla yüzüne maske takmasından daha doğal bir davranış olamaz.

Sen güçlü ve kararlı bir iktidarsan, emrindeki güvenlik güçlerini yerinde ve zamanında etkin bir şekilde kullanarak, yüzlerinde maske olsa da olmasa da, eylemcileri kıskıvrak yakalayıp yasal gereğini yapabilmelisin.

Güçlü ve güvenilir bir iktidar için, eylemcinin maskeli olması bir bahane olamaz.

Bize göre, eylemcinin maskeli olmasının, güvenlik güçlerinin işlerini kolaylaştırması açısından faydası da vardır. Zira, bir kişi, eylem yerinde veya yakınında, eylemci olduğu şüphesiyle yakalandığında, şayet maskeli ise, hiç değilse maske onun için aleyhe delil olabilir. Bu sayede, Tayyip Bey'in, Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, başka hiçbir işi yokmuş gibi, bir türlü unutamadığı ve hala sıkça dile getirmeye devam ettiği Gezi Olayları sırasında öldürülen ve yine Tayyip Bey'in dün yaptığı bir konuşmasında tekrar dile getirerek, evine ekmek almaya giden değil, teröristlerin maşası olan bir kişi olduğunu hala savunduğu rahmetli küçük Elvan gibi, ekmek almak için mi eylem yerinden geçiyordu, yoksa gerçekten eylemlere katılmak için mi orada bulunuyordu tartışmaları belki sonlanabilir.

Maske bir gizleme ve aldatma aracı olduğu ve maske takanın, bu şekilde kimliğini gizleyerek yakalanmamak için kendisine bir çıkar ve fayda sağladığı düşünüldüğünde, çözüm sürecinin zarar görmemesi için, sürecin devamınına, bize göre başlamasına engel teşkil eden bir konuda, halkımızdan bazı gerçekleri gizlemenin, bir eylemcinin maske takarak gizlenmesinden bir farkı var mıdır?

Bizc bir farkı yoktur. Her ikisinde de, yakalanma korkusu, gizli kalmaması gereken bazı gerçeklerin ortaya çıkmasından duyulan korku ve gerçeklerin ortaya çıkması ile uğranılacak olan kayıplar, vardır.

Ne demek istediğimizi anladığınızı, görür gibi oluyorum.

Evet, Ahmet Bey'in çözüm süreciyle ilgili bir itirafını dile getirmek istiyoruz.

Ne demiş Ahmet Bey?

PKK'nın silah bırakmadığını ve ülkeyi terk etmediğini biliyorduk.Ama, barış (!) sürecinin bozulmaması için göz yumduk” işte bu da, seçimle iş başına gelen siyasal iktidarın; gizli kalmaması gereken bazı gerçekleri milletinden gizlemek amacıyla, gözlerine ve dillerine taktıkları maskelerdir.

PKK militanları, çözüm sürecinin başlaması için yapılan gizli mütabakatlara uymuyor ve sürecin olmazsa olmaz ilk koşulu olan silahlarını bırakıp ülkeyi terketmiyorsa, çözüm sürecinin başladığından bahsedilebilir mi ki, çözüm süreci zaafa uğrasın, başlamayan bir srecin zaafa uğraması ve bozulması olabilir mi? Halkımız aptal mı? Zaten hepimiz, PKK'nın silah bırakıp ülkeyi terketmediğini hergün televizyonlara yansıyan eylemlerinden görüyor ve öğreniyorduk. Bu konuda gerçekleri gizleyerek halkı aldatmaktaki asıl amacın, yaklaşan seçimlerde ortalığı güllük gülüstanlık göstererek oy avcılığı yapmak olduğunu en azından bizler biliyorduk.

Sayın Ahmet Bey; bu itirafıyla, kendisinin de, temelinde gizleme ve aldatma yatan maske takanlardan bir farkının kalmadığının farkında mıdır acaba?22/Ekim/2014



Güner YİĞİTBAŞI

İzmir Barosu Üyesi Avukat

19 Ekim 2014 Pazar

BU KARAR ÖLEN YARGI BAĞIMSIZLIĞININ DEFİN RUHSATIDIR




25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturması dosyasından sonra, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturması doyası da, beklendiği şekilde, İstanbul C. Başsavcılığı tarafından 53 şüpheli hakkında düzenlenen takipsizlik kararı ile kapatılarak, adliyenin tozlu arşivine kaldırılmış bulunmaktadır.

Bu takipsizlik kararı, ölen ve yok olan yargı bağımsızlığının toprağa gömülmesi için ilgili savcı tarafından düzenlenen bir defin ruhsatıdır.

Hukukçu olmayan okuyucularımızı, defin ruhsatının ne olduğu konusunda biraz aydınlatmak gerekirse, defin ruhsatı; adli bir soruşturmaya konu olan bir eylem nedeniyle ölen kişilerin cesetleri ile yine savcılık tarafından soruşturulan bir şüpheli ölüm vakası üzerine, ölüm nedenini belirlemek için, ölünün cesedi üzerinde savcı tarafından yapılan ölü muayenesi ve otopsi sonunda, cesedin yakınlarına teslim edilerek toprağa verilmesine izin veren belgenin adıdır.

Bize göre, İstanbul C. Savcılığının 17 Aralık soruşturmasını, ortada suç olmadığı, delillerin hukuka aykırı olarak usulsüz toplandığı gerekçesiyle kapattığı takipsizlik kararı da, siyasal iktidarın yargıya müdahaleleriyle öldürülen yargı bağımsızlığının toprağa verilmesine müsaade eden bir izin belgesidir.

Biz, askeri savcı, askeri hakim ve dört yıl da İzmir Devlet Güvenlik mahkemesinde Cumhuriyet Savcısı, toplam 25 yıl kürsü de savcı ve hakim, emekli olduktan sonra da, 21 yıldır avukat olmak üzere, toplamda 46 yıl,eylemli olarak yargı hizmetinde bulunan bir kişi olarak, bu kadar ciddi ve somut maddi delillere rağmen, delil taktirine girerek, delillerin taktirini mahkemeye bırakmadan soruşturmayı takipsizlik kararıyla kapatıp şüphelileri aklayan bir savcının varlığına tanık olmadık.

Kimse darılmasın ama, onca sene tatbikatın içinde yoğurulmuş tecrübeli bir hukukçu olarak bildiklerimizi, toplum ile paylaşmak zorundayız, askeri savcı kökenli olmamıza rağmen, yukarıda belirttiğimiz gibi, dört yıl boyunca Cumhuriyet Savcısı olarak Adalet Bakanlığı teşkilatında, kökenleri Cumhuriyet Savcısı olan sivil savcı arkadaşlarımla birlikte görev yaptığım meslek sürem ile 21 yıllık avukatlık meslek sürem içinde, Cumhuriyet Savcılarımızın, bırakınız onlarca maddi delil, teknik takip ve dinleme tutanaklarını ve tapelerini, dişe dokunur en ufak bir delil içermeyen soruşturmalarda dahi, kolaylıkla takipsizlik kararı verebildiklerine tanık olmadık. Bu nedenle, savcılar tarafından açılan davaların büyük çoğunluğunun, kısa sürede beraat kararları ile sanıklar lehine sonuçlanmakta olduğuna, ceza avukatlarının savcılarımızın bu adaletsiz iddianameleri sayesinde işlerinin çoğaldığına tanık olduk.

Yanlış anlaşılmasın, biz, C. Savcısı ortada hiç delil olmadığı halde, her şüpheli hakkında mutlaka iddianame düzenlesin ve şüphelileri mahkeme önüne çıkarsın demek istemiyoruz. Aksine, savcıların yeterli delil olmadığı halde her dosyayı iddianame ile hakim önüne göndermelerini sürekli eleştiren ve kendi savcılığımız sırasında bolca takipsizlik kararı düzenleyerek mahkemelerimizin iş yüklerini boş yere artırma yoluna gitmeyen bir kişiyiz.

Ancak, her şeyin bir ölçüsü olmalı, kamuya mal olan, büyük yolsuzluk iddialarını içeren ve şüphelileri hakkında dava açılması için yeteri kadar delil içeren soruşturmalarla ilgili olarak verilen takipsizlik kararları, inandırıcı olmalı ve kamu vicdanını yaralamamalıdır.

Takipsizlik kararını veren savcımız, delil taktirine girerek, delillerin yasaya uygun toplanmadığı usulsüz olduğu gerekçesiyle; elde edilen, ayakkabı kutuları içindeki milyonlarca doları, para kasalarını, para sayma makinelerini, telefon dinleme ve teknik takip tutanak ve görüntülerini dikkate almadığını belirtiyor.

Ne kadar güzel, biz de, hukukun üstünlüğüne inanan ideal bir hukukçu olarak; gözlerimizi yaşartan, kendilerine bravo diyebileceğimiz, kendilerini ayakta alkışlayacağımız, hukukun üstünlüğünü ve usulü ön planda tutan, hukuk ihlallerine göz yummayan, bu uğurda suçlu olduklarına inandığı şüpheliler hakkında dahi, ibreti alem için korkusuzca takipsizlik kararları verebilen savcılarımızın olmasını, hukuk ihlal edileceğine, suçluların serbestçe dolaşmalarını yeğliyoruz, ancak, bugünkü yargı tatbikatına baktığımızda gerçeklerin hiç de öyle olmadığını belirtmek zorundayız.

Hiç kusura bakmasın, 17 Aralık soruşturmasının şüphelileri hakkında,delillerin hukuk ihlalleri ile usulsüz elde edildiği gerekçesiyle takipsizlik kararı veren savcımız; bizzat kendisinin, takipsizlik kararında yer verdiği bu gerekçesinde gerçekten samimi olduğuna inanıyor mu?

Bu savcımız, şöyle geriye doğru bir baktığında, bundan önceki uygulamalarında, aynı şekilde hukuk dışı yollarla elde edilen deliller içeren benzeri soruşturmalarda, 17 Aralık soruşturmasında olduğu gibi, iddianame düzenlemeyerek, şüpheliler hakkında takipsizlik kararları verdiğini hatırlıyor mu acaba?

Bu savcımız, bundan sonra da, hukuk dışı yollarla usulsüz olarak elde edilen delillere dayalı olarak önüne gelen , ancak, siyasal iktidar mensuplarının yakını ve yandaşı olmayan gariban kişilere ait soruşturma dosyalarında da, hukuk adına ve ibreti alem olsun diyerek, gözünü kırpmadan ve korkusuzca takipsizlik kararları verebilecek mi?

Hiç sanmıyoruz, bu savcımızın mesleki geçmişinin de, hukuk dışı yollarla elde dilen delillere dayalı soruşturmalar nedeniyle yazdığı iddianamelerle dolu olduğu gibi, yeterli delil olmadığı halde, sorumluluktan kaçarak, kararı mahkemeye bırakan ve delilleri mahkeme taktir etsin gerekçesiyle yazdığı iddianamelerle dolu olduğundan, adımız gibi eminiz.

Kimse kusura bakmasın, bu takipsizlik kararı; iktidarın baskısının, yargı bağımsızlığının yok edilmesinin, savcılarımızın kendilerini güvende hissetmemelerinin, mesleki geleceklerinden endişe duymalarının eseri olan bir karardır.

İşin en kötüsü nedir biliyor musunuz?

Bu takipsizlik kararı, hiç kimseyi umutlandırmasın, iyimserliğe sevk etmesin, bundan sonra hukuk dışı yollarla usulsüz elde edilecek olan delillerle artık hakkımızda dava açılamaz, savcılarımız hukukun üstünlüğüne olan bağlılıklarını ortaya koydular, bu kararı emsal gösteririz diye düşünmesin. Bu karar, şüphelilerin şahsi özelliklerine bakılarak verilen, nevi şahsına münhasır bir karar olup, sizler yine suç işlememek için dikkatli olun. Meclise sunulan yeni güvenlik paketi yasa teklinin yasalaşması halinde, aramalar, telefon dinlemeleri, teknik takipler, mala el koymalar, somut delile dayalı şüpheden, makul şüpheye dayalı gerekçeye geri çekileceği için, bundan sonra hakkınızdaki delillerin, hukuk dışı ve usulsüz olarak elde edildiğini de iddia edemeyeceksiniz.

Yargı bağımsızlığı kalmadığı için; bumdan sonraki günlerde, siyasal iktidara itaat etmezseniz, siyasal iktidarı kızdırırsanız, bırakınız hukuk dışı yollarla elde edilen delilleri, hakkınızda hiç delil elde edilemese dahi, yeter ki siyasal iktidar kızmasın, onları üzmeyelim, başımız ağrımasın düşüncesiyle yazılacak olan savcılık iddianamelerinin çoğalarak havada uçuşacaklarına tanık olacağız, bayanlar ve baylar. 19/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat



18 Ekim 2014 Cumartesi

DEMOKRASİ VE SANSÜR


Sansür deyince, hemen aklımıza basın, basın özgürlüğü,düşünce ve düşüncenin açıklanması özgürlükleri gelir.

AKP'nin ülkemizde tesis edip uyguladığı çakma ileri demokrasiler hariç, batılı anlamda gerçek ileri demokrasilerde sansürün yeri yoktur.

Sansür'ü, bir şeyi tamamen yasaklamamakla birlikte, yasaklama sınırına çok yaklaşacak derecede, sıkı denetleme, kısıtlama ve engelleme olarak tanımlayabiliriz.

Anayasamızın basın özgürlüğünü düzenleyen 28. maddesinde; basın hürdür, sansür edilemez, hükmü yer almaktadır.

Her özgürlük gibi, basın ve düşüncenin açıklanması özgürlüklerinin de bir sınırı olup, başkalarının hak ve özgürlüklerine ilişmemeleri amacıyla, basın ve düşüncenin açıklanması özgürlüklerine de, özüne dokunmamak kaydıyla, bazı yasal ve makul sınırlandırmalar getirilebilir.

Özgürlüklere getirilen bu yasal ve demokratik zorunlu sınırlamalarla, sansür farklı kavramlardır. Bu itibarla, sansür uygulamalarını, basın ve düşüncenin açıklanması özgürlüklerine, Anayasal çerçevede getirilen sınırlamalarla karıştırmamak gerekir.

Sansür; işte, bu Anayasaya dayalı zorunlu yasal sınırlamaları da delerek ve genişleterek, bu özgürlüklerin, özüne dokunacak derecede aşırı olarak kısıtlanması ve engellenmesidir.

Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur; demokrasilerde, özgürlüklerin, anayasaya dayalı ve zorunlu bazı yasal sınırlamalara tabi tutulmaları doğaldır ve meşrudur, ancak, sansür olamaz ve meşru değildir.

Bu nedenle, faşizanlaşmaya ve otoriterleşmeye başlayan siyasal iktidarlar, en büyük korkuları olan kendi muhaliflerinin sesini kısmak ve kendilerine yönelik demokratik eleştirileri engellemek ve otoriter yönetimlerine mutlak itaati sağlamak için, oto sansür'ü devreye sokarlar.

Nedir oto sansür?

Oto sansür; herhangi bir yasa kuralının, yetkili bir kurum veya makamın açıktan ve doğrudan bir baskısı ve engellemesi olmadan, kişi ve kurumların kendi kendilerini sıkı bir denetime tabi tutmaları, kısıtlama ve engellemeleridir.

Oto sansür'ün, çeşitleri de vardır.

Oto sansür'ün bir türü vardır ki, bu tür oto sansür, faydalı ve gereklidir. Gerçekten, kişi ve kurumların, açık ya da dolaylı, hiçbir baskıya ve tehdide uğramadan, bir çıkar ilişkisine girmeden, demokratik ve meşru anayasal ve yasal sınırlamalara, ahlak ve din kurallarına ve içinde yaşadıkları toplumun bazı özel hassasiyetlerine saygı göstererek, kendi hür iradeleriyle ve özgürce kendilerini sıkı bir denetime tabi tutarak,kısıtlama ve engellemeleri halinde, gerekli ve faydalı bir oto sansürün varlığından bahsedebiliriz. Böyle bir oto sansürü savunmayan olamaz.

Ancak, demokratik bir ülkede, yukarıda açıkladığımız zorunlu ve faydalı olan oto sansürün dışında kalan ve kendi arasında iki dala ayrılan, aşağıda belirteceğimiz ikinci tür oto sansürü asla savunup destekleyemeyiz. Zira, demokratik toplumlarda, bu ikinci tür oto sansürün başlaması, demokrasinin sonlanmaya başladığının göstergesidir.

Oto sansürün, basın ve düşüncenin açıklanması özgürlüklerini yok eden, demokrasinin ruhuna fatiha okutan ve bu nedenle, demokrasi ve özgürlükler için çok tehlikeli olan bu ikinci türünde, oto sansür uygulayan kişi ve kurumların özgür iradeleri, artık devre dışıdır. Kişi ve kurumlar; anayasal ve yasal, ahlaksal, dinsel ve toplumun saygı gösterilmesi gereken bazı hassasiyetlerinden kaynaklanan zorunlu bir engel olmadığı halde, otoriterleşen siyasal iktidarların hoşuna gitmeyen, onlara muhalif olan her konuda, düşünce üretme ve ürettikleri bu düşüncelerini çeşitli yollardan açıklama konusunda kendilerini özgür hissetmedikleri ve başlarının belaya gireceğinden korktukları için, kendilerine oto sansür uygulayarak, kendilerini hür iradelerine dayalı olmaksızın kısıtlama ve engelleme durumunda kalmaktadırlar.

Bu ikinci tür oto sansürü, uygulanan yönteme göre, iki dala ayırabiliriz.

Birincisinde, kişi ve kurumların; siyasal iktidarla olan her türlü maddi menfaat, rant, ilan, reklam ve imar ve vergi kolaylıkları gibi, karşılıklı çıkara dayalı, siyasal iktidara yakınlık ve yandaşlık ilişkileri etkin olmakta ve siyasal iktidara, özgür iradeleriyle karşı koyabilme kabiliyetlerini yitirerek, siyasal iktidara destek vermek ve kendilerine oto sansür uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Bir örnekle açıklamak gerekirse, havuz medyası ile devletten ihale alan ve/veya almayan bazı iş adamlarımız.

İkinci tür oto sansürün diğer dalında ise; güvenlik ve yargı paketleri adı altında, kişilerin özgürlükleriyle yakından ilişkili olan ceza ve ceza muhakemesi ve benzeri temel yasalarda yapılan ve yapılacak olan yasal değişikliklerle; tutuklanmanın, aranmanın, telefonlarının dinlenmesinin, teknik takip yoluyla izlenmesinin, mal varlıklarına el konulmasının kolaylaştırılması, mali denetime tabi tutulma tehdidi gibi yöntemlerle, kişi ve kurumların korkutularak baskı altına alınması, yıldırılması ve susturulması etkin olmaktadır. Örnek mi istiyorsunuz? İşte size çok canlı ve çarpıcı bir örnek; AKP'nin iktidar olduğu ülkemizin bugünkü hali.18/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat






16 Ekim 2014 Perşembe

İ Ğ R E N İ Y O R U M...



İğreniyorum....

Çuvaldızı başkasına batırmadan önce, iğneyi kendime batırarak, bugüne kadar, istemimle veya istemim dışında yaptığım tüm hatalarım yüzünden, bazen kendimden, iğreniyorum.

Bazen, öyle bir kötülük yapıyor ki, diğer bir insanı hunharca ve canice gözünü kırpmadan ve acımadan öldürebildiği için, Tanrının yarattığı en değerli varlık olmasına rağmen, bir an geliyor, insanlardan ve insanlıktan, iğreniyorum.

Kötü politikacılardan, iğreniyorum..

İnsanlara hizmet etmek için politikaya atılarak, insanlardan; dürüstlük ve iş yapma, insanlara hizmet etme adına oy isteyen, seçilip iş başına geldikten sonra ise, insanlara söz verdikleri işleri ve hizmetleri yerine getirmeyerek, kendilerine ve yakın çevresine çalışan ve kalkındıran politikacılardan, iğreniyorum.

Saldıkları ağır vasıtalı vergilerle yoksulu daha fazla yoksul hale getiren, ülkemizin milli gelirini halkımıza adil olarak paylaştıramayanlardan, dışa bağımlı olduğumuz petrol ürünlerinin varil fiyatlarıyla, döviz değerlerindeki artışlara bağlı olarak, petrol ürünlerinin fiyatlarında, artışlar oranında otomatik zam yapmalarına rağmen,varil başı fiyatlarda ve döviz değerlerinde indirimler olduğunda, petrol ürünlerinin fiyatlarını bu indirim oranlarında azaltma yoluna gitmeyerek kendi halkını soyanlardan, iğreniyorum.

Hangi makama gelirlerse gelsinler, sözde, biz halkımızın efendisi değil, hizmetkarıyız da deseler, kendilerini halktan üstün gören, onların sağlık gibi yaşamsal giderlerini dahi karşılamamak için her türlü kirli oyunlara baş vuran, halkın öncelikleri ve ihtiyaçları yerine, kendi şahsi egoları için, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu hazinesini, pervasızca, kendi lüksleri ve öncelikli olmayan alanlarda acımasızca harcamaktan çekinmeyen, halkımızı tasarruf yapmaya çağırmalarına rağmen, kendileri, halkın vergilerinden oluşan ülkenin paralarını har vurup harman savuran, memuruna ve işçisinin ücretlerine çok düşük oranlarda zam yaparken, paranın uğradığı enflasyon değerlerini düşük, kendi ürettikleri kamu ürünlerinin fiyatlarına aşırı zamlar yaparlarken, enflasyon değerlerini yüksek gösterenlerden, iğreniyorum.

İki yüzlü ve çifte standart uygulamaları alışkanlık haline getiren, başkaları için doğru, haklı ve hukuka uygun buldukları davranış biçimlerinin ve uygulamaların aynısının kendilerine yapılması halinde, bunları, hak,adalet ve hukuka aykırı bularak, adaleti sadece kendileri için var sayıp hatırlayan insanlardan, iğreniyorum.

Dindar geçinip, dinen ve ahlaken yasak olmasına rağmen, kendi menfaatleri için kolayca ve korkusuzca yalan söyleyebilen, başkalarına iftira atan ve zarar vermekten korkmayan ve çekinmeyen insanlardan, iğreniyorum.

İnandığı dini ve mensubu olduğu mezhebi dillendiren, kayıran, din ve mezhep ayrımı yapan, din ve mezhep üzerinden politika yaparak, dini siyasete alet etmek suretiyle halktan oy çalıp bir yerlere gelmek isteyen ve gelen insanlardan, iğreniyorum.

Dini vecibelerini gizlice yerine getirmek yerine, dini vecibelerini insanların gözüne sokarcasına alenen yerine getirenlerden, daha doğrusu yerine getirdiğini zannedenlerden, vakit ve cuma namazlarını eda ederlerken, kafalarının içinde kurnazlığın timsali olan tilkileri dolaştıranlardan, iğreniyorum.

Laikliği dinsizlik olarak kabul eden, eylem ve söylemleriyle İslam dinine en büyük kötülüğü yapan ve gerçek dindar insanları dinlerinden soğutan, dindar geçinen dincilerden, iğreniyorum.

Anayasamıza göre bir devrim kanunu olan ve hiçbir hükmünün Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği belirtilerek, Anayasal koruma altına alınan Öğretim Birliği Yasasına aykırı olarak, asıl amacı ülkenin aydın din adamı ihtiyacını karşılamak olan ve ülkemizin din adamı ihtiyacı ile sınırlı olarak açılması gereken imam hatip okullarını, yüksek okullara ve üniversitelere öğrenci yetiştiren genel liseler haline getirerek, laik eğitimi yok eden ve ülkeyi imam hatip liselerinden geçilmez kılan laik eğitim düşmanlarından, iğreniyorum.

Demokrasinin nimetlerinden ve her türlü özgürlüklerinden yararlanarak iş başına geldikten sonra, kendi iktidarlarını korumak ve iş başından uzaklaşmamak için, demokrasinin ilkelerini ve özgürlükleri bir, bir yok etmeye çalışanlardan, iğreniyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devletini, emperyalist devletleri mağlup ederek, Osmanlının küllerinden yeniden kurup inşa eden ATATÜRK ve silah arkadaşlarına sahip çıkmayan, yeri geldiğinde, bugünün şartları içinde değerlendirerek onları ağır ve haksız bir şekilde eleştirerek nankörlük eden, ATATÜRK'ün devrim ve ilkelerine, büst ve heykellerine saldıranlardan, iğreniyorum.

Modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra dünyaya gelmelerine rağmen, eskiye ve kötü yönetimler sonucunda batan Osmanlıya özlem duyarak, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokrasimizi hor görenlerden, iğreniyorum.

Kendi siyasal menfaatleri için, ülkenin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak için çaba sarf eden insanlardan, iğreniyorum.

Kendi etnik kökenlerini ve bu kökenden gelen her türden sosyal ve kültürel hak ve özgürlüklerinin bugüne kadar kendilerine verilmemesinden kaynaklanan haklılıklarını kötüye kullanarak, ırkçı bir yaklaşımla ülkemizi ve milletimizi bölmeye çalışan insanlardan, iğreniyorum.

PKK, IŞİD, ESET sözlerini her gün yüzlerce kez duymaktan, iğreniyorum.

Haftanın beş günü, televizyonların tartışma programlarına konuşmacı olarak çıkarak evlerimize davetsiz misafir olan ve sayıları iki elin on parmağını geçmeyen sınırlı sayıdaki çok bilgiç geçinen aynı gazeteci, akademisyen ve politikacının, tartıştıkları konular değişse de, üç aşağı beş yukarı ne söyleyeceklerini önceden tahmin edebildiğimiz taraflı beyan, görüş ve yorumlarından, iğreniyorum.

Ülkemizde, insanların en temel hakkı olan yaşam haklarına sahip çıkmayan, insanların, her türlü ortamda, sokakta, caddede, evinde, iş yerinde ve diğer yerlerde, yaşam haklarını güvence altına alamayan, bir maden ocağımızda aynı anda 301 kişinin toplu ölümlerine neden olan ve hiçbir şey olmamış gibi insanlarımızın yüzlerine bakabilen insanlardan ve bunların işledikleri bu insanlık suçlarına duyarsız kalan ve buna sebep olanlardan hesap soramadıkları gibi, onları, siyaset' en mükafatlandıran ve yerlerinde kalmalarını sağlayan insanlardan, iğreniyorum.

Kendi menfaatlerini, ülkemizin ve insanlarımızın menfaatlerinden üstün gören insanlardan, iğreniyorum.

Demokrasiyi ve insan hak ve özgürlüklerini genişletmek iddiasıyla yeni Anayasa yapacaklarını ilan etmelerine rağmen, işler tersine gittiği ve demokrasi ve özgürlükler içinde ülkeyi yönetmekte aciz kaldıklarını gördükleri için, kendi akıllarınca, insanlarımıza hükmederek, ülkeyi daha kolay ve rahat bir şekilde idare edebileceklerini zannederek, demokrasimizi, insan hak ve özgürlüklerini kısarak daha da geriye götürecek olan yeni antidemokratik yasal düzenlemeleri yapma hazırlığı içine girenlerden, iğreniyorum.

Kendi gelecekleri ve güvenlikleri için, ülkemizdeki yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türlü çabayı gösterenlerden, iğreniyorum.

Bağımsız yargının, uzun yılların içinden süzülerek gelen ve artık yerleşmiş bulunan bazı geleneklerini, kendilerine dokunduğu için yok etmeye çalışanlardan, iğreniyorum.

Halkımızın bir kesiminin bilinçsiz olmalarından ve bastırılmışlıklarından yararlanarak, Anayasayı ve yasaları çiğneme pahasına, ben yaptım oldu mantığıyla, her türlü hukuk dışı keyfi davranışı kendilerine hak sayanlardan, iğreniyorum.

Demokrasinin; yasama, yürütme ve yargıdan sonra gelen ve dördüncü kuvveti sayılan basınımızın düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünü ayaklar altına alan ve yok edenlerden, iğreniyorum.

Demokrasilerde gerekli olan, ancak tek başına yeterli olmayan demokratik seçimlerle iş başına gelen siyasal iktidarları, meclis dışından denetlemekle görevli olan, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, üniversiteler, barolar, yüksek yargı kuruluşları ve basın gibi, demokratik baskı gruplarının ve aydın kesimin; siyasal iktidarın, demokrasinin ve özgürlüklerin yok edilmesi girişimleri karşısındaki sessiz kalışlarından, iğreniyorum.

Daha yüzlercesini sayabileceğimiz her türlü kötülüklerden, iğreniyorum.

Midem bulunmaya başladığı için, daha fazlasını yazamıyorum. Gerisini sizlerin taktir ve yorumlarınıza bırakıyorum.

İzninizle, bulanan midemi rahatlatmak için, kusmak üzere, çok acele lavaboya gitmek istiyorum. 17/Ekim/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat






14 Ekim 2014 Salı

KIÇILARINDAN DONLARINI MI ALACAKSINIZ?


Ne olduğu belirsiz çözüm sürecinin ruhuna el fatiha.

Karşılıklı olarak güvenin bulunmadığı,neyi müzakere ettiklerinin sınırlarını çizemedikleri, daha doğrusu, karşılıklı olarak, çözüm sürecine ilişkin beklentilerini net ve samimi olarak birbirlerine açıklayamadıkları, her iki tarafın da iki yüzlü davrandıkları, bu nedenlerle de, daha başından ölü doğan çözüm sürecinde, karşılıklı olarak çekilen silahlar ve restleşmelerle, ölü doğan çözüm sürecinin sonuna gelinmiş ve taraflar, sürecin cenaze namazını kılmak için abdestlerini almaya başlamışlardır.

Başbakan Ahmet Bey yaptığı konuşmalarında, PKK ve yandaşlarına meydan okumuş, bir takım yasalarda değişikliğe gidileceğinin haberine vererek, PKK şiddetini, polis şiddeti ile önlemeye çalışacaklarını ve çözüm sürecinin sonlandığını üstü kapalı ilan etmiştir.

Ahmet Bey, bir Başbakana ve devlet adamı ciddiyetine yakışmayacak şekilde, bir toma yakarlarsa, onun yerine beş toma, on toma alınacağını beyan ederek, PKK ve yandaşlarının eylemlerini polis şiddetiyle önleyeceklerini duyurmuştur.

Günaydın Ahmet Bey, ülke yakılıp yıkıldıktan ve yaklaşık 40 vatandaşımızın hayatlarını kaybetmesinden sonra, PKK terör örgütüyle pazarlığa girilmemesi gerektiğini, PKK'ya elinizi verince kolunuzu kaptıracağınızın farkına ancak varabildiniz.

Bu engin ön görünüzden dolayı, kutluyoruz sizi.

PKK militanları bir taburumuza saldırma girişiminde bulundu, siz de uçaklarımızı havalandırarak onlara bomba yağdırdınız.

Bu mudur çözüm süreci?

İmralı adasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükümlü olup, her başınızın sıkıştığında yardım etmesi için ayağına heyetler gönderdiğiniz, bu konuda kıt imkanlarıyla size elinden gelen yardımı yapan çözüm sürecindeki yol arkadaşınız ve müttefikiniz ÖCALAN'ın yüzüne nasıl bakacaksınız? Çözüm sürecinin ruhunu teslim ettiğini ona nasıl açıklayacaksınız?

Çözüm sürecini ağzınıza burnunuza bulaştırarak onun ölümüne sebep olduğunuz için, muhatabınız ÖCALAN dan özür dileyecek misiniz? Merak ediyoruz doğrusu.

Ahmet Bey açıkladılar, yasa çıkaracaklarmış ve kamu mallarına zarar veren kişilere, verdikleri zararı tazmin ettireceklermiş. İlahi Ahmet Bey, hiç güleceğimiz yoktu, zaman gülme zamanı değil ama, yine de gülmekten kendimizi alamadık, Ahmet Beyciğim, bunun için yeni bir yasal düzenleme yapmaya gerek yok ki, bizim mevcut yasalarımıza göre de, haksız fiil ile verilen zararlar, haksız fiilde bulunan kişi veya kişilerden dava yoluyla talep edilebilir. Yeni bir yasal düzenlemem yapma zahmetine katlanmayınız, vaktinizi boşa harcamayınız.

Burada bir yasa eksikliği ve yasal sorun yok. Asıl sorun,siz iktidar olarak, ülkeyi yakıp yıkan PKK ve yandaşlarını anında tespit edip delilleriyle birlikte yakalayabilme ve adalete teslim edebilme becerisini gösteren bir yönetim sergileyebilecek misiniz?işte biz bundan emin değiliz.

Ahmet Bey, güzel hoş da, diyelim ki, kişi ve kamu mallarına yakıp yıkarak zarar veren kişi veya kişileri delilleriyle ele geçirip adalete teslim ettiniz ve meydana getirdikleri zararları gidermelerini kendilerinden talep ettiniz, çoğu kaçak elektrik kullanan ve bugüne kadar devlete bir kuruş elektrik parası borcunu ödemeyen veya ödeyemeyen, onların borçlarını da bizlerden tahsil ettiğiniz yoksul ve kaybedecekleri hiçbir şey bulunmayan o kişilerden verdikleri zararların karşılığı olan paraları nasıl tahsil edeceksiniz, onu hiç düşündünüz mü, yoksa düşünmeden laf olsun torba dolsun, dostlar alış verişte görsün, PKK ve yandaşlarıyla mücadele edeceğiz görüntüsü verilsin diye mi bu lafları ediyorsunuz?

Çok af edersiniz ama, yoka, verdiklere zarara karşılık olarak, PKK ve yandaşlarının kıçlarındaki donlarını mı almayı düşünüyorsunuz? 15/10/2014


Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

13 Ekim 2014 Pazartesi

YETERSİZ OLAN YASALAR DEĞİL, ONU ZAMANINDA UYGULAMAYANLARDIR!






Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, meydanlara çıkmış ve AKP Genel Başkanı ve Başbakan gibi konuşmaya devam ediyor, yine bağırıp çağırıyor, Türkiye Cumhuriyeti bir Muz Cumhuriyeti değildir demesine rağmen, bir Anayasası bulunan ve bu Anayasaya göre, demokratik bir hukuk devleti olan ve Anayasanın egemenlik hakkını düzenleyen 6. maddesinde, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” hükmü bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devletini, ülkenin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanının görev ve yetkisine girmeyen ve Cumhurbaşkanı tarafsızlığı ve olgunluğuna yakışmayan siyasi parti lideri görüntüsü içeren eylem ve söylemleriyle, bizzat kendisi bir Muz Cumhuriyetine dönüştürmüş durumdadır, şu anda kimin eli kimin cebinde belli değildir.

Ahmet Bey Başbakan ve Tayyip Bey Cumhurbaşkanı mıdır belli değil. Bu konuda bir anarşi hüküm sürmektedir.

Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, eylem ve söylemlerine baktığımızda,Tayyip Bey, şu anda fiilen, Ahmet Bey'in yanında, AKP ve Başbakan Eş Başkanı konumundadır.

Anayasa, devlet yönetimindeki uyulması gereken kuralları ve yetkileri belirlemiş ve “Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” demiştir. Yine Anayasamız, Anayasa hükümlerinin, herkesi bağlayan ve herkesin mutlak şekilde uymakla yükümlü kurallar olduğunu açıkça belirtmiştir.

Anayasamızın 88. maddesinde; açıkça, “Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.” hükmü yer almaktadır. Bu Anayasa hükmüne göre, kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri yetkilidir.

Anayasamızın 88. maddesine göre; Milletvekili ve Bakanlar Kurulu üyesi ve başkanı olmayan Cumhurbaşkanının, kanun teklif etme yetkisi bulunmamaktadır.

Anayasamızın 89. maddesine göre, Cumhurbaşkanının yetkisi;Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen kanunları on beş gün içinde yayımlamak ve/veya yayımlanmasını kısmen veya tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta gösterdiği gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermektir.

Anayasamızın 8. maddesinde; “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmüne yer verilmiş ve Cumhubaşkanı, yürütme organı içinde mütalaa edilmiş ise de, Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlar Kurulu iki ayrı alt organ olup, Cumhurbaşkanının, bazı hallerde Bakanlar Kuruluna Başkanlık yapabilmesine rağmen, Anayasamızın 8. maddesine göre, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulundan müstakil bir organ olup, Anayasamızın 88. maddesine göre, kanun teklif etmeye, milletvekilliği sıfatı da bulunmayan Cumhurbaşkanı değil, Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri yetkilidir.

Bu itibarla, teşekkür ve toplu açılış bahanesiyle, il il dolaşarak, meydanlarda, AKP Genel Başkanı ve Başbakan gibi siyasi nutuklar atan Tayyip Bey'in; PKK ve yandaşları tarafından, Kobani bahanesiyle, ülkenin yakılıp yıkılması ve otuz civarında vatandaşımızın hayatlarını kaybetmesi nedeniyle, bazı kanunlarda değişiklikler yapılarak, polisin silah kullanma ve sair yetkilerinin artırılıcağına, bazı suçların cezalarının artırılacağına ve bazı suçlarda tutuklu yargılanma mecburiyetinin getirileceğine ilişkin yasaları çıkaracaklarına ilişkin beyanlarda bulunmasını anlamak ve Anayasal konumu ile bağdaştırmak asla mümkün değildir.

Tayyip Bey, şayet bu ülkenin Cumhurbaşkanı ise, Anayasaya göre kendisine tanınmayan, Bakanlar Kurulu olarak, Başbakan'a ve Bakanlara ve milletvekillerine ait olan kanun teklif etme yetkisi varmış gibi, bazı yasalarda değişiklere gidileceğini ilk ağızdan açıklamamalı ve burnunu yetkili olmadığı konulara sokmamalıdır.

Başbakan Ahmet Bey, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in, kendi Başbakanlık görev ve yetkisine müdahale anlamına gelen ve kendisini yok sayan bu konuşmalarına daha ne kadar tahammül edecek merak ediyoruz doğrusu. Ahmet Bey, her geçen gün, muhalefete yönelik olarak, Başbakan olarak beni muhatap alın deme hakkını yitirmekte ve Başbakanlık ayağının altından kaymaktadır.

Tayyip Bey'in; PKK ve yandaşlarının şımardıklarının ve çözüm sürecine zarar verdiklerinin farkına varması için ülke çapında toplu ayaklanmanın çıkarılmasını, ülkenin toplu bir şekilde yakılıp yıkılmasını ve otuz civarında vatandaşın topluca öldürülmesini beklemesi mi gerekiyordu?

Tabii ki hayır.

Doğu ve Güneydoğu, yıllardan beri bölünmüş, PKK militanları ve yandaşları silahlı güçlerini oluşturmuş, kimlik kontrolleri yapmaya ve kendi kamu düzenlerini sağlamaya başlamış, vergi toplar olmuş, bireysel terör eylemlerini sürdürmüş ve güvenlik güçlerimiz, çözüm süreci zarar görmesin gerekçesiyle pasifize edilerek, bu olaylara göz yumulmuş ve olayların bir çığ gibi büyümesi ve aynı anda tüm ülkeyi saracak boyut kazanması üzerine, PKK ve yandaşlarının şımardıkları, birden bire Tayyip Bey'in aklına gelivermiş ve yetkisi olmadığı halde, bir Başbakan ve Milletvekili gibi, ülkeyi polis devleti haline getirecek olan yasal düzenlemeler yapılacağını kendi ağzından açıklamıştır.

Tayyip Bey, tarafsızlığını bozarak, AKP Genel Başkanı ve Başbakan gibi, ana muhalefet partisine iftira atarak, PKK ve yandaşlarının terör eylemlerinin bir sorumlusunun da ana muhalefet partisi olduğunu iddia ederek, AKP iktidarının ve Başbakanlık dönemindeki kendi sorumluluğunu, ana muhalefet partisinin üzerine yıkmaya çalışarak, ev sahibini bastırmaya çalışmıştır.

Ana muhalefet partisinin lider ve lider kadrosunun, bu haksız suçlamaya karşı sessiz kalmaları ve demokrasinin tüm olanaklarını kullanarak, bu haksız suçlamaya hak ettiği en ağır karşılığı verememiş olmaları da, ülkenin geleceği için bizi büyük bir karamsarlığa sevk etmiştir.

Biz her zaman söyledik, yasalar kötü, kusurlu veya eksik ve yetersiz değildir. Kötü ve yetersiz olanlar, yasaların zamanında ve yerinde uygulanmalarını sağlayamayan yetersiz ve beceriksiz siyasal iktidarlardır. Siyasal iktidar olarak, yılanın başı küçük iken, yasaları yerinde ve zamanında uygulamaz ve sorunları halının altına süpürürseniz, olaylar büyür ve gün gelir toplu yakmalar, yıkmalar ve ölümler meydana geldiğinde, apışır ve aciz kalırsınız, hatayı ve sorumluluğu, ana muhalefet partisinde ve yasaların yetersizliğinde aramaya başlarsınız.

İnsan haklarına, özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne dayalı hukuk devletini, kendi iktidarlarının acizliklerini kamufle etmek için, polis devletine çevirecek ve özgürlükleri yok edecek yasalar çıkararak ülkede huzur sağlayacaklarını zanneden Tayyip Bey ve Ahmet Bey, büyük bir yanılgı içindedirler.

Bu böyle gitmemeli ve Tayyip Bey; Cumhurbaşkanının Anayasamızda belirtilen yetki sınırlarına dönmeli, Anayasayı daha fazla ihlal etmemeli, Ahmet Bey; bu ülkenin Başbakan'ın kendisi olduğunu artık hatırlamalı, ülkesini seven tüm aydınlarımız da, artık kış uykusundan uyanarak, demokratik yollardan seslerini yükseltmeli ve bu ülkenin sahipsiz olmadığını birilerine göstermelidirler. 13/Ekim/2014



Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat